Klima göz kuruluğu yapıyor

Klimalı ortamlarda uzun zaman geçirenler göz kuruluğu riskiyle karşı karşıya kalıyor.

Basit bir hastalık olduğu sanılan göz kuruluğu erken teşhis edilmezse görme kaybına bile yol açabiliyor.

Dünyagöz Samsun’dan Opr. Dr. Birgi Sönmezer, yaz döneminde alışveriş merkezleri, ofis, ev ve otomobillerde klimanın yoğun kullanıldığını ve çok bilinmese de bu ortamların göz kuruluğu riskine neden olduğunu belirtti. Dr. Sönmezer, gözün çabuk yorulması, yanma, yabancı bir cisim hissi, batma, kızarma, kaşıntı gibi şikâyetlerle kendini gösteren göz kuruluğunun, erken dönemde tedavi edilmediği takdirde görme kayıplarına bile neden olabileceğine dikkat çekti.

“GÖZYAŞI EKSİKLİĞİ GÖRME KAYBINA YOL AÇABİLİR”

Opr. Dr. Birgi Sönmezer, gözün kalkanı olarak tanımladığı gözyaşının, gözün şeffaf ön yüzeyi olan kornea sinirlerinin tahriş olmasını engellediğini, gözün daha net ve rahat görmesini sağladığını ifade etti. Gözyaşının gözün oksijen almasına ve beslenmesine yardımcı olduğunu belirten Sönmezer, “Gözyaşı, yapısında bulunan maddeler sayesinde dışarıdan gelen hastalıklara karşı gözün savunma bariyeri görevini görür. Yabancı maddelerin göze teması durumunda gözü yıkayarak temizler. Gözyaşı eksikliği gözde uzun vadede ciddi problemlere hatta körlüğe bile neden olabilecek durumlara yol açabilir” dedi.

“DÜZENLİ ARALIKLARLA GÖZ KONTROLÜNÜZÜ YAPTIRIN”

Opr. Dr. Birgi Sönmezer, klimalı ortamlarda uzun süre bulunanların özellikle plaza çalışanlarının düzenli aralıklarla göz kontrolü yaptırmaları gerektiği konusunda uyardı. Göz kuruluğu olanların doktorunun verdiği tedaviyi düzgün bir şekilde uygulaması gerektiğini önemli olduğuna dikkat çeken Dr. Sönmezer, göz kuruluğu tedavisinde ilk olarak suni gözyaşı tedavisinin uygulandığını ifade etti. Az ya da orta dereceli göz kuruluğu tedavisinde göz yüzeyini ıslatmaya yönelik tedavilerin yeterli olduğunu belirten Dr. Birgi Sönmezer, daha ileri durumlarda ise ‘punktum tıkacı’ denilen bir yöntemin gündeme geldiğini bildirdi. Sönmezer, bu yöntemde gözyaşı kanalına tıkaç takılarak gözyaşının kanala akmasının engellendiğini ve böylelikle gözyaşının gözde daha uzun süre kalmasının mümkün olduğunu açıkladı.

Hastalığın daha ileri evrelerinde kanser ve vücudun savunma mekanizmasının dengesini bozan (otoimmun) hastalıklarda kullanılan siklosporin A’nın sulandırılmasıyla elde edilen ilaca başvurduklarını söyleyen Op. Dr. Birgi Sönmezer, “Göz kuruluğunun tedavisinde kullanılan bu ilaç ciddi anlamda olumlu sonuçlar sağlıyor. İlaç şu an başarıyla ileri derece göz kuruluklarında ve göz kuruluğu ile oluşan sistemik hastalıklarda kullanılıyor” diye konuştu.

Kaynak: İHA

Van’da narkozsuz ameliyat

Lokman Hekim Van Hastanesi’nde, Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilerek Glamus tümörüne yakalanan hasta narkoz verilmeden ameliyat edildi.

Konuyla ilgili İHA muhabirine açıklamada bulunan Lokman Hekim Van Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Halil Başel, Glamus Tümörü’nün yüksek rakım nedeniyle doğuda çok görülen bir hastalık olduğunu belirtti. Hanım Bayaza (65) adlı hastanın Glumus Tümörü denilen ve şah damarı üzerine iyi huylu bir tümörün yerleşmesinden oluşan bir hastalıkla geldiğini ifade eden Başel, iyi huylu bir tümörün bile ilerlemesi sonucu kötü sonuçlar doğurabildiğini söyledi. Dr. Başel, “Bu hastalık erken tanı konulduğu zaman çok iyi sonuçları var. Ama geciktiği zaman da kötü sonuçları olabilen bir hastalıktır. Tümörün çıkarılması da zorlaşıyor” dedi.

Hastanın anatomik yapısının anestezi almasını zorlaştırdığını ve bu nedenle daha önce ameliyatını ertelediklerini ifade eden Başel, “Biz daha önceden hastamızı ameliyat etmek istedik, ama hastamız anatomik yapısından dolayı anestezi alması zor olan bir hastaydı. O yüzden ameliyatını biraz erteledik. Daha sonra anestezi uzmanımız Dr. Sibel Akıncı’nın tecrübesiyle hastamıza hiç narkoz vermeden, sadece hastalıklı bölgenin özel yöntemlerle uyuşturularak lokal anestezi verilmesiyle ameliyatını geçekleştirdik” ifadelerini kullandı.

Ameliyat sırasında hasta ile sohbet ettiklerini de dile getiren Başel, “Hastamızla konuşarak, hiçbir sıkıntı yaşamadan böyle zor bir ameliyatı yaptık. Daha önce bu hastalıkla ilgili yaklaşık 70 ameliyat daha yaptık, ama hepsini genel anestezi ile yaptık. Bu ameliyatın özelliği anestezinin burada bize büyük konfor sağlamasıdır ve Türkiye’de ilk kez hastaya narkoz verilmeden yapılmasıdır” şeklinde konuştu.

Glamus Tümörü hastalığının bölgede yaygın olarak görüldüğüne değinen Başel, batıda birçok hekimin meslek hayatı boyunca bile görmediği bir rahatsızlık olduğunu da sözlerine ekledi.

Hastanın ilerleyen yaşı, obezite olması ve akciğerinden de rahatsız olması nedeniyle genel anestezi yapılmasının sıkıntılı olacağından dolayı böyle bir yönteme başvurduklarını vurgulayan Lokman Hekim Van Hastanesi Anestezi Uzmanı Dr. Sibel Akıncı ise, “Hastamızın ileri derecede akciğer hastası olması, obezite olması ve yaşı itibari ile genel anestezi yöntemi sıkıntılıydı. Bu nedenle bu yöntemi denedik. Bu yöntem başka operasyonlarda da hem tanı hem tedavi hem de ameliyat için kullanılabilir” dedi.

Hanım Bayaza adlı hasta ise, ameliyat sırasında doktorlarla konuştuğunu belirterek, “Onlarla ayrı ayrı konuşuyordum. Bazen onların konuşmalarına gülüyordum. Ameliyatım çok güzel geçti. Kendilerine teşekkür ediyorum” ifadelerini kullandı.

Kaynak: İHA

Böbrek naklinden sonra anne oldu

Şanlıurfa’da yaşayan ve 4 yıl önce geçirdiği böbrek naklinden sonra hamile kalan genç kadın, bir kız çocuğu dünyaya getirdi.

Geçirdiği böbrek naklinden 4 yıl sonra hamile kalan genç bir kadın Dicle Üniversitesi (DÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Organ Nakli Merkezi’nce yapılan düzenli takiple bir kız çocuğu dünyaya getirdi.

Şanlıurfa’da yaşayan ve 4 yıl önce böbrek nakli yapılan Dilşah Kayran, hamileliği süresince DÜ Organ Nakil Merkezi’nce yapılan düzenli takibin ardından 37. haftada sezaryenle bir kız çocuğu sahibi oldu.

Kayran, yaptığı açıklamada, bir çocuk sahibi olmanın mutluluğunu yaşadığını ifade ederek, “Sağlıklı bir bebek dünyaya getirdiğim için çok mutluyum. Bana bu duyguyu yaşatan tüm sağlık personeline şükranlarımı sunuyorum” dedi.

DÜ Organ Nakli Merkezi’nde Böbrek Nakli Sorumlusu Prof. Dr. Ali Kemal Kadiroğlu, böbrek naklinin son dönem böbrek yetmezliğinde seçkin bir tedavi olduğunu belirterek, böbrek nakli olan hastaların nakil sonrası çocuk sahibi olma durumunun sözkonusu olduğunu söyledi.

“Böbrek nakli olmak gebe kalmaya engel bir durum değildir”

“Nakilden en az iki yıl sonra takip edilen tetkiklerinde anormal bir durum saptanmazsa böbrek nakli olmuş hastanın gebe kalmasına izin verilir” diyen Kadiroğlu, gebelik süresince hastanın hem nefroloji hem de kadın doğum uzmanlarınca takip edildiğini belirtti.

Kadiroğlu, bu hastalarda gelişen gebelik durumu ve gebelik süresince karşılaşılacak problemlerin sağlıklı kadınların gebelikte karşılaşacağı problemlerle benzer olduğuna işaret ederek, ancak sağlıklı kadınlara göre daha fazla takip edilmeleri gerektiğini vurguladı.

Doğumun sağlıklı kadınlarda olduğu gibi normal şekilde veya endikasyona göre sezaryenle olabileceğine dikkati çeken Kadiroğlu, şöyle dedi:

“4 yıllık böbrek nakli geçmişi olan hastamız gebelik süresince önemli bir problem yaşanmadan 37. haftada seza sağlıklı bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Dolayısıyla böbrek nakli olmak gebe kalmaya engel bir durum değildir. Hastalarımız şartlar uygun olduğunda gebe kalıp anne olma duygusunu yaşayabilirler.”

Kaynak: AA

Sağlık Bakanlığı’ndan Ebola açıklaması

Sağlık Bakanlığı, bugün İstanbul Atatürk Havalimanı’nda yaşanan Ebola alarmı ile ilgili açıklama yaptı.

Sağlık Bakanlığı, Nijerya Lagos’tan sabah saatlerinde İstanbul’a gelen Türk Hava Yolları uçağında, yüksek ateş ve kusma şikayeti bulunan Afrikalı kadın yolcunun, çocuğuyla beraber sağlık kuruluşuna sevk edilmesiyle ilgili açıklama yaptı. Açıklamada, hastanın muayene ve tetkiklerinin devam ettiği belirtilerek, “Söz konusu hastada şu an için Ebola virüsünün bulunduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, geldiği ülkenin Nijerya olması sebebiyle Sağlık Bakanlığı olarak en küçük bulguyu dahi dikkatle değerlendirmeye almaktayız” denildi.

 

Açıklama şöyle: “Nijerya’nın Lagos şehrinden İspanya’nın Barselona şehrine giden İstanbul aktarmalı THY uçağı Atatürk Havalimanı’na 12 Ağustos Salı (Bugün) sabah saatlerinde iniş yapmıştır. Uçağın yolcuları arasındaki Nijerya uyruklu 34 yaşındaki bir kadında “yüksek ateş ve kusma” şik?yeti olması üzerine Sağlık Bakanlığı Türkiye Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü Atatürk Havalimanı Sağlık Denetleme Merkezi ile temasa geçilerek söz konusu hastanın uçaktan indirilmeden tedbir amaçlı gözlem altına alınması sağlanmıştır.

Hasta ve beraberinde seyahat eden 4 yaşındaki çocuğunun ilk muayenesi uçakta yapılarak, 112 Acil Ambulansı ile İstanbul ilimizdeki bir hastanemizde gözlem altına alınmışlardır. Hastanın uzmanlar tarafından muayene ve tetkikleri devam etmekte olup, sağlık durumuyla ilgili ayrıntılı açıklama durumu takiben yapılacaktır.

Söz konusu hastada şu an için Ebola virüsünün bulunduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, geldiği ülkenin Nijerya olması sebebiyle Sağlık Bakanlığı olarak en küçük bulguyu dahi dikkatle değerlendirmeye almaktayız.”

 

UÇAK TAHLİYE EDİLDİ, DEZENFEKSIYON YAPILDI

Açıklamada ayrıca, “Öte yandan, varış noktası Barselona olan yolcu uçağı tahliye edilerek, en küçük bir enfeksiyon ihtimaline karşın “Derin temizleme ve dezenfeksiyon” yapılmaktadır” denildi.

Stres, ağızda koku yapıyor

Kötü ağız hijyeninin kaçınılmaz bir sonucu olan ağız kokusu, iş ve sosyal yaşamı olumsuz etkiliyor.

Çoğunlukla bireysel yöntemlerle çözüm bulunamayan, hatta kişinin kendisini de rahatsız eden ağız kokusu, psikolojik nedenlerle ortaya çıkabiliyor. Uzmanlar, birçok hastalıkta etken olduğu belirtilen stresin ağız kokusu yaptığını kaydediyor.

Dt. Aslı Tapan, ağız kokusu ve tedavisi hakkında bilgi verdi. Yoğun stresin ağızda kötü kokuya neden olabileceğini ifade eden Tapan, ” ‘Halitozis’ denilen ağız kokusu, ağızda bulunan bakterilerin ‘hidrojen sülfür’ içerikli ürünlerinden ortaya çıkmaktadır. Ağız kokusu fizyolojik, patolojik ve psikolojik olmak üzere üç nedenden kaynaklanmaktadır. Stres altındaki bireylerde, tükürük akımındaki azalmayla beraber dolaylı olarak halitozis ortaya çıkabilmektedir. Stres, vücut sağlığını etkilediği gibi ağız ve diş sağlığını da olumsuz etkileyebilmektedir.” ifadelerini kullandı.

Bazı kişilerin ağız kokusunu sadece kendilerinin hissedip rahatsız olduğunu belirten Tapan, “Bu durum ‘hayali halitozis’ olarak adlandırılır. Hasta ve diş hekimi arasında iyi iletişim kurulmasıyla hastanın ağız kokusu ve diğer insanların algıları ile ilgili endişeleri azalacak, kokuya yönelik uygulanacak tedavi metotlarıyla hasta rahatlayacaktır.” dedi.

AĞIZ KOKUSUNU ENGELLEME YÖNTEMLERİ

Aslı Tapan, ağız kokusunu engelleme yöntemlerini ise şöyle sıraladı:

“Tam bir ağız muayenesi yaptırılmalıdır. Koku testleri ile uçucu sülfür gazları ve halitozis hastalığının boyutları tespit edilir. Diş, diş eti problemleriyle diğer patolojik nedenlerin tedavisi yapılmalıdır.

Ağız enfeksiyonları yok edilmeli; gömülü ve sorunlu dişler çekilmelidir.

Ağız hijyenine özen gösterilmelidir. Dişlerin tüm yüzleri ve dil sırtı temiz tutulmalıdır. Ağız enfeksiyonları tedavi edildikten sonra gargaralar ve diş macunları da yardımcı olabilir.

Ağız kuruluğunu önlemek için gün boyu su içilmelidir.

Tükürük salgısını hareketlendirilmelidir. Bakteri oluşumunu önlemek için ağzın oksijenlenmesine yardımcı olur. Şekersiz sakız çiğnemek bunun en kolay yoludur. Mentollü pastillere dikkat edilmelidir. Kokuyu giderir gibi görünse de kuruluğa neden olmaktadır.

Su içeriği bol olan sebze (domates, kereviz, pırasa) ve meyveler tüketilmelidir. Yiyeceklerin üzerine maydanoz doğranması kokuyu engelleyecektir.

Eczanelerde satılan maydanoz yağı bazlı kapsüllerden kullanılabilir.

Sarımsak, soğan ve baharattan kaçınılmalıdır ya da bu gıdalar pişirerek tüketilmelidir.

Alkol ve sigara mutlaka bırakılmalıdır.”

Uyuşturucu tedavisinde, esrar başı çekiyor

Alkol ve madde bağımlılığı tedavisi görenler içinde ilk sırayı esrar kullananlar alıyor.

Polikliniklere geçen yıl esrar için 125 bin 680, “opiat” adı verilen morfin, kodein ve eroin grubu için 65 bin 462, alkol için 26 bin 765, miks madde için 22 bin 733 başvuru oldu.

Son günlerde ölümlere yol açan uyuşturucu madde Bonzai için tedavi görenler de esrar bağımlılarıyla aynı kategoride değerlendirildi.

Sağlık Bakanlığı yetkililerinden alınan bilgiye göre, Türkiye genelindeki alkol ve madde bağımlılığı tedavi merkezlerinde geçen yıl toplam 278 bin 40 poliklinik, 11 bin 855 de yatarak tedavi yapıldı.

Denetimli serbestlik kapsamında polikliniklere 105 bin 288 başvuru oldu, 2 bin 884 hasta ise yatış yaptı.

Alkol ve madde bağımlılığı tedavisi görenler içinde ilk sırayı esrar kullananlar alırken, bunu sırasıyla morfin, kodein ve eroin grubu uyuşturucu kullananlar, alkol bağımlıları ve miks madde alanlar izledi.

Polikliniklere esrar için 125 bin 680, “opiat” adı verilen morfin, kodein ve eroin grubu için 65 bin 462, alkol için 26 bin 765, miks madde için 22 bin 733 başvuru oldu. Bonzai kullanıcıları da esrar bağımlılarıyla aynı kategoride değerlendirildi.

Aynı polikliniklerde 26 bin 765 kişi alkol bağımlılığı tedavisi görürken, hastaların 31 bin 189’unu diğer maddeleri kullanan bağımlılar oluşturdu.

Yatarak tedavi görenler arasında ise ilk sırayı “opiat” adı verilen morfin, kodein ve eroin grubu uyuşturucu kullananlar (5 bin 287) alırken, bunu sırasıyla alkol bağımlıları (3 bin 326), miks madde kullananlar (bin 523) ve bonzai bağımlılarını da kapsayan içine alan esrar kullanıcıları (789) izledi. AMATEM’lere yatış yapan denetimli serbestlikten yararlananlar içinde de ilk sırayı “opiat” adı verilen morfin, kodein ve eroin grubu uyuşturucu kullananlar oluşturdu.

Kaynak: AA

Güneş kremi kullanırken dikkat!

Prof. Dr. Gonca Gökdemir güneş kremi kullanırken dikkat edilmesi gerekenler konusunda uyardı.

Son yıllarda ozon tabakasında oluşan inceleme sonucu güneş ışınları yeryüzünü daha çok etkilediğini ve buna bağlı olarak güneş yanıkları, deri kanseri oluşumu, ışığa bağlı alerjik hastalıklar ve ışığa bağlı cilt yaşlanması riski arttığını söyleyen Liv Hospital Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Gonca Gökdemir güneş kremi kullanırken dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.

Gökdemir, dikkat edilmesi gereken hususları şöyle sıraladı:

“Bir güneş koruyucu kremin güneş koruma faktörü ne kadar yüksekse o kadar iyi koruyucudur. Ancak sadece UVB koruması yeterli olmaz. UVA koruması için özel ölçümler sonrası oluşturulan değerlerin de üründe yer alması gerekir.

Güneş koruyucu hem UVB hem de UVA için koruyucu olmalıdır. O nedenle ürünün üzerinde UVB koruması için SPF değerine, UVA koruması için IPD değeri yer almalıdır. SPF değeri 30 olan bir güneş koruyucu güneşten yüzde 97 oranında korur. Daha yüksek koruma faktörlerinin etkileri ihmal edilebilir düzeydedir.

Suya dayanıklı olmalıdır. Bu durum özellikle yüzme ve terleme sonrası ürünün ciltten uzaklaşmaması için gereklidir.

-Sivilce oluşmasını engellemek için su bazlı olmalıdır.

-Alerji riski yüksek maddeler içermemelidir.

-Güneşe çıkmadan en az 20 dakika önce sürülmelidir.

-Deniz kenarı veya havuz başında bulunulduğunda her saat krem tekrar sürülmelidir.

-Kremin son kullanma tarihine mutlaka bakılmalı, bir krem 2 yıldan fazla kullanılmamalıdır.

-Kremler serin ve güneş görmeyen bir yerde muhafaza edilmelidir.

-Açık tenliler, sarışınlar, kızıllar yüksek koruma faktörlü krem kullanmalıdır”.

Kaynak: İHA

“Dünyada ve Türkiye’de kanser hastalığı” paneli

Prof. Dr. Hakan Bozcuk, kanser hasatlığına bağlı ölümlerin her geçen gün arttığını, 10-15 yıl sonra ilk sırada yer alacağını belirtti.

Medical Park Hastanesi tarafından “Dünyada ve Türkiye’de Kanser Hastalığı” konusunda Antalya Gazeteciler Cemiyeti’nde panel düzenlendi.

Bozcuk, panelde yaptığı konuşmada, kanserin bugün her ailede görülebilen bir hastalık olduğunu, kendisinin de ailesinde onkoloji tedavisi gören yakınlarının olduğunu söyledi. Kanseri modern çağın vebası olarak değerlendiren Bozcuk, dünyadaki kanser haritasına bakıldığında Afrika, Hindistan gibi ülkelerde çok sık görülmediğini ancak Amerika, Avustralya gibi ülkelerde çok sık görüldüğünü söyledi.

Prof. Bozcuk, Türkiye’de ise kanser görülme sıklığının orta derecede olduğunu ifade etti.

Sağlık Bakanlığının 2014 yılı verilerine göre erkeklerde en fazla akciğer, prostat ve mesane kanserlerinin, kadınlarda ise meme, tiroid ile kolorektal kanserlerinin sık görüldüğünü anlatan Bozcuk, diğer kanser türlerinin de arttığını kaydetti.

Meme kanserinin her yaşta görülebildiğine işaret eden Bozcuk ancak 40-70 yaş grubunda daha sık görüldüğünü söyledi. Rahim ağzı kanserinin de önemli olduğunu ve 35-75 yaşlarında daha sık görüldüğünü anlatan Bozcuk, kalın bağırsak kanserinin de erkeklerde ve 60-70 yaşlarında çoğunlukla görüldüğünü belirtti.

Kanserden korunmak için sağlıklı beslenmeyi, egzersiz yapmayı, sigaradan uzak durmayı öneren Bozcuk, erken tanı için de tarama testleri olan kanserlerin ihmal edilmemesi ve ailesinde kanser öyküsü bulunanların daha dikkatli olması gerektiğini bildirdi.

Prof. Dr. Bozcuk, kanser hastalığının tedavisinde yeni yaklaşımların ortaya çıktığını, özellikle direkt kanser hücresine zarar veren tedavi metotlarının uygulandığını belirtti. Teknolojiyle birlikte her geçen yıl daha farklı tedavi metotların geliştirildiğini ifade eden Bozcuk, korunmadan başlayarak erken tanı ve tedaviye yönelik bir yelpaze ağının oluştuğunu bildirdi.

Yaşam süresinin uzamasıyla kanser vakalarındaki artışa dikkat çeken Bozcuk, “Tüm dünyada 10-15 yıl içinde kanser hastalığına bağlı ölüm sıralamasının birinci sıraya geçmesi bekleniyor. Maalesef 15 yıl sonra daha fazla oranla kansere yakalanıyor olacağız” dedi.

Hakan Bozcuk, alternatif tıp konusunda da önerilen bitkisel ilaçlarla ilgili bilimsel çalışmaların mutlaka yapılması gerektiğine işaret etti.

Akciğer kanseri hakkında doğru bilinen yanlışlar

Medical Park Antalya Hastanesi Göğüs Cerrahi Bölümü’nden Op. Dr. Bülent Kargı da Türkiye’de erkeklerde en sık görülen kanser cinsinin akciğer kanseri olduğunu belirtti.

Akciğer kanserinin yüzde 85’inin tamamen sigaraya bağlı olduğunu vurgulayan Kargı, 1940’lı yıllarda yaygınlaşan sigara kullanımıyla akciğer kanserinde artış olduğunu anlattı. Türkiye’de özellikle 2008 yılından itibaren başlatılan sigarayla mücadelenin akciğer kanseri görülme sıklığına olumlu yönde yansıyacağına işaret eden Kargı, “Sigarayı bugün bırakırsak ancak 15 yıl sonra hiç içmeyenle aynı riskte olabiliyoruz. O açıdan 2008 yılında başlayan mücadelenin etkileri bir kaç yıl sonra görülmeye başlayacaktır” diye konuştu.

Toplumda akciğer kanserinin sadece erkeklerde görüldüğüne ilişkin yanlış bilgilerin olduğunu dile getiren Kargı, akciğer kanserinin kadınlarda da görüldüğünü, hatta kadınlarda görülme sıklığı açısından 4’üncü sırada yer aldığını bildirdi.

Op. Dr. Kargı, akciğer kanserinin genetik değil, sonraki faktörlerin neden olması sonucu oluştuğunu ifade etti. Sadece pozitif düşünceyle kanseri yenmenin yeterli olamayacağını vurgulayan Kargı, pozitif düşüncenin tedaviye olumlu yönde yansıma sağlayacağını belirtti.

Kanser olduğunun hastaya söylenmemesi yönünde toplumda yanlış bir algı olduğunu söyleyen Bülent Kargı, bu durumun hem kanuni hem de etik olmadığını vurguladı. Kargı, hastanın hastalığını bilmek istediği kadar bilgilendirilmesi gerektiğini aksi takdirde hastada bir güvensizlik ortamı yaratılacağını kaydetti.

Kanserde cerrahi işlemlerin hastalığın yayılımını artırdığına yönelik de yanlış bilgilerin olduğunu ifade eden Kargı, etkin tedavinin cerrahi yöntem olduğunu söyledi.

Alternatif tıp konusuna da değinen Kargı, ana yol dururken, yan yollara başvurmanın sakıncalı olduğunu belirtti.

Beyaz tenli, renkli gözlü ve çok benlilerde cilt kanseri riski

Dermatoloji Bölümünden Uz. Dr. Sadık Yılmaz da ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınmanın artması, güneşin zararlı ışınlarının insanlara ulaşımının daha kolaylaşması nedeniyle cilt kanserlerinde görülme sıklığının son yıllarda arttığına işaret etti.

Aşırı derece güneşte kalma, yanıkların oluşması, su toplaması gibi faktörlerin cilt kanseri riskini artırdığını vurgulayan Yılmaz, beyaz tenli, renkli gözlü, çok benli insanlarda cilt kanseri görülme sıklığının fazla olduğunu bildirdi. Yılmaz, bu tür insanların güneşe fazla maruz kalmaması gerektiğini ve benlerini de sık sık kontrol etmelerini istedi.

Üroloji Bölümünden Prof. Dr. Alim Koşar da testis kanserinde erkeklerin çoğu zaman çekindiğini, hekime gitmek istemediğini bu nedenle hastalığa erken evrede müdahale edilemediğini kaydetti. Tedavi geciktiğinde hastada çok ciddi yan etkiler oluştuğunu anlatan Koşar, hastaların şüphelendikleri bir durumda hemen hekime başvurmalarını istedi.

Prostat kanserinin de özellikle 50 yaş üzerinde görüldüğünü belirten Koşar, 50 yaş üstünde, ailesinde prostat kanseri olan erkeklerin mutlaka her yıl kontrolden geçmeleri gerektiğini bildirdi. Koşar, idrarında kan görülen kişinin mesane kanseri olabileceğini söyledi.

Genel Cerrahi Bölümünden Op. Dr. Mehmet Güler de meme kanserinde mamografinin en önemli tarama sistemini oluşturduğunu, 40 yaşın üzerindeki tüm kadınların yılda bir kez mamografi çektirmesi gerektiğini önerdi.

Alternatif tıpta görüş ayrılığı

Bir gazetecinin “Kanserde alternatif tıbbın ne kadar önemi var?” sorusu üzerine Op. Dr. Bülent Kargı, kanser tedavisinde bir ana yol varken, yan yollara başvurulmaması gerektiğini ifade etti. Kanser nedeniyle hayatını kaybeden sanatçı Murat Göğebakan’ın da alternatif tıpa başvurduğunu hatırlatan Kargı, alternatif tıbbın çok etkin olmadığını savundu.

Kulak Burun Boğan Bölümünden Prof. Dr. Harun Doğru da alternatif tıp konusunda bilimsel bir çalışmanın olmadığını ifade etti. İnsanlara bazı bitkisel ilaçların önerildiğini ancak bu ilaçların tedaviyi nasıl etkilediğinin bilinmediğini söyleyen Doğru, “Alternatif tıp iyi ya da kötü diyebilmemiz için bu alanda araştırma yapmış olmamız gerekir. Ancak bu konuda fırsat sunulmuyor. Şu anda elimizde cerrahi, medikal ve ışın tedavisi var ve bunları uyguluyoruz” dedi.

Kaynak: AA

Uyuşturucu tedavisi için 500 yeni yatak geliyor

Sağlık Bakanlığı, uyuşturucuyla mücadele kapsamında 11’i çocuk ve ergenlere yönelik olmak üzere 23 yeni madde bağımlılığı merkezi açacak.

5’i için ön izin alınan yeni merkezlerin toplam 475 yatağa sahip olması planlanıyor.

Sağlık Bakanlığı yetkililerinden alınan bilgiye göre, biri Malatya’da ayaktan, 4’ü de Van, Çorum, Sakarya ve Çorlu’da yataklı olmak üzere 5 madde bağımlılığı tedavi merkezi açılması için ön izin alındı.

Alınan ön izin çerçevesinde Malatya Devlet Hastanesi bünyesinde ayaktan, Van’da Özel İstanbul Hastanesi bünyesinde 12, Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi bünyesinde 15, Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi bünyesinde 10 ve Çorlu Devlet Hastanesi bünyesinde ise 18 yataklı madde bağımlılığı tedavi merkezi kısa süre içinde faaliyete sokulacak.

Sağlık Bakanlığı, 6 ilde 7 yeni Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezi (AMATEM), 11 ilde ise birer Çocuk ve Ergen Madde Bağımlıları Tedavi Merkezi (ÇEMATEM) açmayı planlıyor.

Bakanlığın planlamasına göre Erzurum’da 15, Diyarbakır’da 30, İstanbul Anadolu ve Avrupa tarafında 50’şer, Trabzon’da 30, Antalya’da 50 ve Şanlıurfa’da 30 yataklı AMATEM açılacak.

Çocuk ve ergenlerin bağımlık tedavisinin çözümlenmesi amacıyla da Adana, Ankara, İzmir, İstanbul Anadolu yakası, Samsun, Antalya, Bursa, Elazığ, Van, Konya ve Şanlıurfa’da 15’er yataklı yeni ÇEMATEM açılması planlanıyor.

Mevcut durum

Ülkede halen madde bağımlılığı merkezlerinde erişkinler için 644, çocuk ve ergenler için 32, detoks için de 63 olmak üzere toplam 739 yatak bulunuyor.

Bu merkezlerde 15 öğretim/eğitim görevlisi, 37 uzman doktor, 29 asistan, 2 aile hekimi, 12 pratisyen hekim, 242 ebe, hemşire, sağlık memuru, 33 psikolog, 11 sosyal çalışmacı görev yapıyor.

Kaynak: AA

Kansere karşı bol bol tüketin!

Uzmanlar, böğürtlenin kansere karşı vücudu koruyucu etkisi bulunması nedeniyle bolca tüketilmesini tavsiye etti.

Ülke genelinde olduğu gibi Ordu’da da böğürtlen yetiştiriciliğinin son yıllarda yaygınlaştığını belirten ODÜ Ziraat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Turan Karadeniz, böğürtlen ve yaprağının bünyesinde bulunan antioksidanlar sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirip, kansere karşı vücudu koruyucu etkisi olduğunu, solunum yolu hastalıklarına da iyi geldiğini kaydetti.

Laboratuar ortamında yapılan bilimsel çalışmalarda böğürtlen meyvesinin birçok faydasının keşfedildiğini vurgulayan Prof.Dr.Karadeniz, “Böğürtlen ve yaprağının bünyesinde bulunan antioksidanlar sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirip, kansere karşı vücudu koruyucu etkisi bulunmaktadır” dedi.

Böğürtlenin meyvesi kadar yapraklarının da faydalı olduğuna dikkat çeken Prof.Dr.Turan Karadeniz, şöyle dedi:

“Böğürtlen ve yaprağı bademciklerdeki, ağızdaki, dildeki ve diş etlerindeki iltihapları iyileştirmektedir. Yüksek tansiyonun düşmesinde de yardımcıdır. Ayrıca göz rahatsızlıklarına da iyi gelir. Yine yaprağı yanıklara ve basura iyi gelir. Böğürtlenin taze yapraklarının lapasını yaparak rahatsız bölgeye uygulanarak tedavi edilir. Kökünün kaynatılarak suyu içilirse kan şekerini düşürür. Organik asitler, mineraller ve vitaminler açısından oldukça zengin olan böğürtlenin yetiştiriciliği de oldukça basittir.”

Kaynak: DHA